4 May 2009

Suskun kadınLar



"uykularım bölünüyor artık şu konağı bekliyorum
söyle ey muhabbet kuşunun tüyü söyle ölüm ne zaman."

Ne zaman okusam bu şiiri, gözümün önüne ahşap bir konak penceresinde kurşuni saçlarıyla eceli bekleyen mahzun bir kadın yüzü gelir.
Yalnızlığına hatıralarını katık edip gönlünü doyuran bir yitik çehre...
Bir sükût abidesi...

Piraye'nin evine gittim geçenlerde...
Yeniler belki adını bilmez; oysa bir nakarat gibi çınlar onun ismi bizim kuşağın zihninde:
Hatice Zekiye Pirayende...
Nâzım'ın karısı... "kalbimizin kızıl saçlı bacısı..."
Sonu hüsranla bitmiş 10 yıllık bir ilişkinin kadın kahramanı...
Torunu Kenan, cömertçe açtı iki katlı, kâgir evinin kapılarını... Gelini Yeşim, gururla gösterdi, bu şairane aşkın fotoğraflarını...
Nâzım'ın güzelim tabloları duvarlardaydı; efsanevi mektupları dosyalarda...
Ansızın terk edilmişliğine, iki çocukla bir başına konuvermişliğine, arkadan hançerlenmişliğine rağmen yırtıp atmamış, zarflarında saklamıştı mektuplarını Piraye...
Hasreti depreştikçe, öfkesi bilendikçe sil baştan okumuş muydu; okudukça hepsini ateşe atmayı kurmuş muydu; bilmem; ama kıyamamıştı işte...
Ne oğluyla, ne torunuyla konuşmuştu bu konuda...
Kederini içine gömmüş ve mütemadiyen susmuştu.

Evi gezerken, merakla izini sürdüğüm bütün suskun kadınları düşündüm:
Piraye'yi, Fikriye'yi, Latife Hanım'ı, Berin Hanım'ı...
Sözün sükûttan çok prim yaptığı gürültülü bir dünyanın sessiz tanıklarını...
Bir ateş çemberinden geçer gibi geçmişlerdi ateşli sevdaların pençesinden...
Sevmiş, sevilmiş, yaralanıp örselenmiş, sonra da "ne bir ses, ne de haber" gelmeyince, "bir deli hasretle öylece kalakalmışlardı".
Kiminin yaşadığı kadere yorulmuştu, kimi nihayetsiz kederden yorulmuştu.
Kimi fedakârlıklarının muhasebesine dalmıştı, kimi pişmanlıklarının...
Herkesin bahsettiği adamı canıyla, etiyle tanıyıp ona dair bir cümle dahi söyleyememek, onun hatırasına hürmeten başka birine gönül verememek ve bu münzeviliği bir mağrur kilit gibi evinin kapısına mühürlemek, kim bilir ne çok hırpalamıştı onları...
İçlerine attıklarından içleri kabarmış, ama hiç taşırmamışlardı.
Ne bir sitem kırıntısı vardı susuşlarında, ne bir intikam belirtisi...
Ruhlarında ince sızılar saklamış, nice yokluklara katlanmış, yine de parlak "ifşaat" tekliflerine kulak asmamış, ser verip sır vermemişlerdi.
Çoğu, süpürge edilmiş saçlar, uzun manidar susuşlar ve arada bir kayboluşlarla tüketti inziva nöbetini...
Bir hayat bilgisi dersi gibi, bir yabancı lisan gibi bükerek boyunlarını, günün birinde sükûtlarında sakladıkları tüm sırları toplayıp gidiverdiler.
Bıraktıkları yegâne miras, satırlara işlemiş bir acı tortusu oldu.


"Bir erkek bu kadar suskun bekleyebilir miydi? Bir ömrü bunca sırla tüketebilir miydi" diye düşünürüm bazen...
İhtimal dahi vermem.
O yüzden saygıyla anarım, ne zaman adları geçse...
Ve o Turgut Uyar şiirini yakıştırırım onların, eski bir konakta sessizce eceli bekleyişine...
"ne zaman gülüm solar, ne zaman deniz, ne zaman akşam
aldım anlayamadım, öldüm anlayamadım, almadığım akşam
artık başucum dinlendirir bir şamdanın süsünü
söyle ey Göksu akşamı, hafız burhan, ölüm ne zaman."

Can Dündar..

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder